Travel

Travel

Saturday, September 10, 2016

ST. PETERSBURG- Day 2



“The real voyage of discovery consists not in seeking new landscapes, but in having new eyes.”  demiş Marcel Proust.  St.Petersburg’un ikinci günü pek çok müzeyi Hermitage da dahil atlamaya karar verdiğimizde, bu sözden habersiz doğal bir dürtü ile yeni gözler kazanmak  için yaşadık ikinci günümüzü. Tarih ciltlerine sığmayacak denli koklü bir kültürün, tek bir şehrinde kazanılacak yeni gözler ne kadar  objektif ve gözlemci olabilir bilemeyeceğim, ama yine de yeni gözlerimi sizlerle paylaşayım istedim..
            Bir gün önce Evegenya Hermitage Müzesini atlamak istediğimizi öğrendiğinde pek üzüldü. ‘Dünyanın en güzel müzelerinden birisi olan müzeyi gezmek için bir günün bile yetmeyeceğini, bizim amacımızın ise mümkün olduğunca şehrin günlük havasını, insanını öğremek.’ deyince de hoşuna gitti. İkinci gün ilk durağımız  St. Nicholas Kilisesi (Naval Cathedral of St. Nicholas).  Dışarıdan bakınca altın kubbeleriyle muhteşem bir barok mimari örneği. Aslında ülkenin en  gözde ve en son barok mimari örneği. Şehrin az bulunur güneşli günlerinin (yılda sadece 60 günü güneşli yaşanan bir şehirdeyiz) birinde gözlerimizi kamaştırıyor kubbeler. Halk arasında denizcilerin kilisesi olarak bilinen bir yer St. Nicholas Katedrali. Bunun sebebi ise 1743 yılında,  Moika ve Fontanka nehirlerine bağlantı olan Kryukov Kanalının hemen eteğinde kurulmuş olması. Bölgede o zamanlar yaşayan ahalinin ezici çoğunluğu ise gemiciler imiş. Sabahın erken saatlerine rağmen kilisenin içi  tarif edilmez bir kalabalıkla yüklü. İnsanlarla omuz omuza 18. Yüzyıl ikonlarını izlemek, katedralin içini tepeden tırnağa sarıp sarmalayan altın varaklı tahta oymalara  hayran olmamak ne mümkün!  Zor olan ise kalabalık benim için. Dev gibi kilisenin içinde küçük bir odaya tıkılıp kalmışım gibi bunalıp dışarı çıktım. Eşim ise Japon turistlere taş çıkartan bir hızla içeride fotoğraf çekmeye devam.. Ardımdan rehberimiz Evgenya geldi. Dünden beri çabucak gelişen bir dostluk oluştu aramızda. Bana  ‘Sen benim Türk annemsin artık’ diyen bir kızım var! Bunun lafta kalan bir şey olmadığını, henüz dün öğrendiği ve eşinden başka kimse ile paylaşmadığı ‘hamile olduğu’ müjdesini benimle paylaşınca anladım.
St. Petersburg’un güneşli serin sabahı içinde, altın kubbelerin gölgesinde birbirimize sarılıp, neşeyle dans ediyoruz. ‘Kutlamalıyız!’ diyorum.. ‘Şöyle çeşit çeşit votkaları tadarak kutlamalıyız..’  Genç neslin çoğunluğunda olmayan ve işini oldukça önemseyen bir profesyonelliği var. ‘Sırada önce Dostoyevsky Müzesi var.’ diyor.
            Fyodor Dostoyevsky’nin son 3 yılını geçirdiği, ikinci eşi ve iki çocuğu ile birlikte yaşadığı bina, Kuznechnyy Pereulok  ile Dostoyevsky Caddesinin birleştiği köşede üçgen görünümlü 4 katlı sarı  görkemli bir bina. Görkemli derken, şehrin diğer görkemlerinin yanında sadece Dostoyevsky sevenleri için duyumsanacak bir görkem.. Ya da sadece benim gözlerime düşen bir görkem.. İçim kıpır kıpır.. Yazıların ustası,  kısacık ömrüne Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Yer Altından Notlar, Öteki Ben gibi dev eserleri sığdırmış bir yazarın bir zamanlar soluduğu yere adım atmak az şey mi?  Benim için St. Petersburg gezimizin en önemli durağı!
            Ustamızın doğduğu yer Moskova. Fakir fukaranın doktoru olan babasının zoruyla üçretsiz olan Nikolay Askeri Mühendislik Enistitüsüne gönderilmesiyle birlikte 1837 den ölüm yılı 1881 e dek  hayatı St. Petersburg da geçti (sürgün yılları hariç).  Şehirde en az 20 değişik adresde yaşamış ve yaşadığı hiç bir adres de elit ve aristokratların yaşadığı mahelleler olmamış, aksine yoksul katiplerin, evsiz barksız insanların adımladığı mekanlarda var olmuş bir yazar. Son adresi ise bugünün Dostoyevsky müzesi haline getirilmiş. Önceden notları adığı Karamazof Kardeşler’i de bu evde yazmış. Daireye dik bir merdivenle ulaşıyoruz. Abartısız ama zarif döşenmiş bir ev. 19. Yüzyılın klasik  ceviz ve  ‘cherry wood’ mobilyaları ve desenli ağır goblen perdelerin hakim olduğu bir ortam. Yemek odası, çalışma odası, oturma odası, çocukların oyun odası, odalara açılan koridor kalabalık bir Fransız turist gurubu ile yüklü. Yatak odası ve banyo kısımları ise gösterime kapalı.
            Salon ve yemek odasının pencerelerinden sokağa bakıyorum. Parke taşlı kaldırımlarda yürüyen insanları o da benim gibi seyreder miydi? Nasıldı o vakitler bu sokak ve günlük hayat? Aynı pencerelerden kimbilir kaç kez izlemişti karısının ve çocuklarının kaldırımda yürüyen silüetlerini, gözlerinde şefkat, yüzünde serbest bıraktığı kocaman bir gülümseme ile.. Yazmak için zorlandığında veya yazdığı cümle veya paragraf istediği gibi olmadığında  ofis odasının baş köşesinde yer alan İncilini mi okurdu, yoksa kalın ve renkli camdan  yapılmış sehpanın üzerinde duran sigara kutusundan bir sigara alıp yutarcasına içine çekerek odanın içinde dolanıp durur muydu?  Belkide sabahın ilk ışıkları kalın perdelerden içeri sızmaya başlarken, oyun odasında geceden çocukların ona bırakmış olabileceği notları okuyarak, gönlünü kendi gerçek dünyasının son senelerine rastgelen huzuruna mı teslim ederdi? Ne zaman sevdiğim bir yazarın evinde gezinsem, hayalimin gücüyle yarattığım hayaletini takip ederim odalarında. Oralarda dolanırken, otururken, çocuklarıyla oynarken, sevdikleriyle kadeh kaldırırken ve en önemlisi yazarken hissettiklerine ulaşmak çabası keyifli benim için. Dünyaya kazandırdıkları hayal dünyalarının ötesinde onların gerçek dünyasının izdüşümlerini bir tutamcık yakalamak arzusu ile dolanırım ben yazar evlerini. 
            Dostoyevsky’nin çocuklarına düşkünlüğü  belirgin evinde. İki çalışma masası var, biri ofis odasında, diğeri çocukların oyun odasında. Çocukları kendi etrafında oynarken yazan bir baba düşünüyorum, içimi bir gülücük kaplıyor. Rehber yazarın ve çocuklarının birbirine geceden notlar yazıp bıraktığını söylemişti, notların neler olduğunu sessiz bir ısrarla merak ediyorum..
            Evi turlamayı bitirince, dairenin hemen altında müzenin fotoğraflar bölümüne iniyoruz. Bu katta özenle ve tarihi bir sıra ile Dostoyevsky’nin fotoğrafları sergilenmekte. Ailesi, St. Petersburg’da gittiği askeri mühendislik okulu, arkadaşları, eserlerinin ilk baskıları, roman karekterlerinin resimleri, çizimleri hepsi bir arada fotoğrafsal bir biyografi oluşturuyor.
            En alt katta ise karşımıza sürpriz bir resim sergisi çıkıyor. Andrey Pashkevich (1945-2011) pek çok eserinin yer aldığı sergi gerçekten görmeye değer. Rusların resim sanatı ile toplumsal çelişkilerini, değerlerini ve özlemlerini ifade etmek tutkusu ve alışkanlığını ispatlayan güzel bir örnek Pashkevic’in resimleri (www.politecology.ru).
TANIDIK BİR LEZZET İLE HARİKA BİR ÖĞLEN YEMEĞİ
Rus Mutfağı deyince ünü kıtaları aşmış pek çok lezzet var pek tabi. Birbirinden lezzetli ve farklı çorbalar, kırmızı et, domuz eti, balık ve tavuk ağırlıklı  yemek çeşitlerini  saymakla bitmez. Aslında Rus mutfağı ile tanışıklığım St. Petersburg gezisinin 30 yıl öncelerine uzanan ve alışkanlık yaratmış bir tanışıklık. Taksim Gümüşsuyu Caddesindeki ofisimizin hemen aynı sırasında bulunan Madam Judith’in Rus Lokantası, şirketimizin verdiği öğle yemeği kuponlarımızın en sık kullanıldığı yerdi. Yarı zeminde olan loşca minik bir restoran beyaz kolalı masa örtüleri, Madamın güler yüzü ile aydınlanmış bizi beklerdi. Kievsky, borç çorbası, beef stroganov, tavuk schnitzel, elmalı sutrudeli  sadece orada tatmakla kalmamış, hemen her tarifi evde dostlarımızla paylaştığımız sofralar için de denemiştim. Ruslar sebze bakımından çeşitten yana pek şanslı sayılmazlar, ancak ellerinde olanlarla harikalar yaratan bir millet. Pancar, lahana, patates, mantar, kabak, çeşitli yeşillikler, kremalar, otlar ve baharatlarla ve pek tabi bunlara katılan et ve balıklarla ortaya çıkan lezzetli bir yemek kültürü. Bunların en başında soğuk ve sıcak çorbalar geliyor. Schhi, borsch, okrosko, rassolnik, ucha, lapsha (Tatar çorbası) gibi belli başlı meşhur çorbalar. Ekşi krema, draniki (patates pancake), havyar, şaşlık (şiş kebap), bliny, tütsü etler, deniz ürünleri (en çok kullanılanlar karagöz, çığa, marina, mersin balıkları) Rus sofralarının vazgeçilmez müdavimleri. 
            Rus mutfağını bildiğimi sanırdım, taki St.Petersburg’daki 2. Öğlen yemeğimize kadar.  Ne yesek nerede yesek diye düşünmeyi Evgenya’ya bıraktık, o da bizi  Pelmenya’ ya götürdü. Tanıdık ve özlediğim tatlari değişik biçimlerde buluşmuş oldum böylece. Pelmeniya Rus’ların yemek kültürlerinde yeri büyük olan pelmeni diyarı. Gürcistan, Fin ve Tatar mutfaklarından çıkıp gelmiş pelmeniler. Bir çeşit mantı aslında, şekilleri ve sunumlar farklı. Örneğin yoğurt kesinlikle kullanılmıyor pelmenilerde. Mantıya göre daha büyük ve değişik şekillerde geliyor önünüze. İçindeki mıncıklanmış et ise belli oranlarda karıştırılmış, dana, koyun, domuz kıyması. Hemen her çeşitten birer parça istiyoruz ve tabi khinkali de çeşitler arasında. İngilizce bilmeyen garson kız telaşla Evgenya’ya bir şeyler söylüyor.. Khinkali’yi yemeyi bilip bilmediğimizi sormuş! Khinkali konik biçimde kocaman bir mantı.. Tabanını üste getirerek, sivri tepesinden tutup, tabanı ısıra ısıra yemek gerekiyor. Böylece içindeki et suyu üstünüze başınıza akmıyor. Anlaşılan restauranta gelen misafirleri  zorluklar yaşamış olmalıki, restaurant’ın web sitesinde khankali yemeyi gösteren bir video bile var. Websitesi Rusça ama, videoyu izlemek için www.pelmenya.com a göz atmak keyifli olabilir.
            Öğlen yemeğimizi çeşit çeşit votkaları shot-shot deneyerek tam Türk usulu uzun süreli bir yemek molası yapmak en keyifli şeydi sanırım. Hermitage müzesini görmek fırsatını kaçırdığımıza değecek kadar harika bir zaman geçirdik. Evgenya’yı tanımak benim için dev asa bir müzede sadece görmüş olduğumu sonradan belki hatırlayacağım ve detaylarını asla anımsamayacağım yüzlerce sanat eserini görmekten  çok çoook daha önemliydi. Üstelik London National Gallery, NY Metropolitan Museum, Amsterdam Van Gogh Museum ve Hermitage gibi benzerlerini gezip görmüşken St.Petersburg'un ünlü Hermitage'ini atlamak canımızı sıkmadı.
            Evgenya 29 yaşında, kumral, incecik ve hep güler yüzlü. Opera sanatçısı bir baba ile balerin annenin iki kızının büyük olanı. St.Petersburg da doğmuş, büyümüş, sanat, tarih ve politika üzerine öğrenim görmüş, 4 dili ana dili Rusca dan eksiksiz konuşan, genç yaşına karşın Peru’dan, Afrika’ya, Hindistan’a, Avrupa’dan Akdenize varıncaya kadar gezip görmüş, ama henüz İstanbul’a adım atmamış (!) bir genç kadın. Bebeğin müjdesini ardarda votkalarla kutlarken (içen biz, o deği, pat diye bir günde bıraktı içkiyi bebiş için),  Rus kültürünü, aile ilişkilerini, dünya politikalarını ve pek tabi Putin’i bile konuşuyoruz. Ata erkil bir toplum Rusya. Erkek çocuk eksikliğini kızlarına hala hissettiren babasına bir erkek torun vermeyi  umuyor Evgenya. Kendi evi, evliliği, işi olan bağımsız bir genç kadın olarak, evine canları her istediği zaman ve habersizce gelen anne, baba, kayınvalide ziyaretlerinden hiç hoşlanmasa bile bunu belirtmenin saygısızlık olacağı bilincini benimsemiş bir 'kelaynak' kuşu. Sadece o değil bu bilince sahip olan, Rus gençliği hala bu geleneksel rollerin içinde  kendi varlıklarını gerçekleştirmek çabasında. St. Petersburg halkı gülümseyen bir halk değil.  Evgenya’yı Amerikalı’lara benzettiğimde ‘Gülümseyen bir Rus olduğum için, her Amerika’lıdan aynı şeyi duydum..’ demişti. Doğruymuş! Sırada beklemek, arkasındaki için kapı açmak, göz göze gelince gülümsemek gibi minik hoşluklar Ruslar için değil. Ancak onların dilinde teşekkür, hoşçakal, günaydın, iyi geceler falan gibi laflar etmek hemen kocaman bir tebessümü saklandığı yerden çıkartıp getiriyor. Tanıdıkça dost olan ve dost olduklarında da gerçekten dost gibi davranan bir millet.
            Evgenya’ya Rusya’da en gözde meslekler ne diye soruyorum. Doktor, avukat, mimar, mühendis, sanatçı, balerin falan gibi yanıtlar beklerken, serbest iş sahibi, tüccar falan olmak diyor. Sanatın, kültürün, müziğin sokaklara taştığı, her köşede başka zarif bir biçimde karşınıza çıktığı bir şehirde, tarih ve kültürün kanıksanmış bir gurur, ama paranın, zengin olmanın, markalarla dolu bir dünyanın hemen her kesimce birincil amaç olduğunu anlatıyor üzülerek.  Starbucks, Pandera Bread (Amerika’nın sandeviçleriyle ünlü zinciri) tıpa tıp takliti yerler sadece Singer binasının da yer aldığı meşhur Nesky Prospect Caddesinde değil ara sokaklarda bile karşınıza çıkıyor. Fendi, Armani, Givenchy, Micheal Kors, Ermenegildo Zegna gibi sayısız markalar  giyimde öne çıkanlar.
            Çok iyi tanıdığım bir başka ülkedeki kadar olmasa bile bir Amerikan özentiliği gençler arasında sessiz sedasız bir fonda yer almakta. Yine de aşırı değil.
Batı (ve Amerika) özentisinin şimdilik çok bariz olmaması Rusya’da hala baskın olan ulusalcılık sanırım. O topraklarda henüz ‘baby shower, after party, wedding shower’ gibi salgınlar, Amerikan usulu düğün özentileri gibi takıntıları yok. Uyuşturucu bağımlılığı ise milleniyumlar arasında  hızla yükselen bir sorun. 140 milyonluk Rusya’nın yarım milyonluk nüfusu devletin kayıtlarında uyuşturucu bağımlısı olarak görünmekte. Bu sadece kayıtlılar ve bir kaç katı kadar olan kayıtsızları da hesaba katacak olursak, global bir sorun burada da ön sıralarda yer almaya başlamış diyebiliriz.  Tüm bu saptamaları düşününce ‘medya medya sen nelere kadirsin, sessiz sedasız ne büyük devrimleri yapıyorsun’ demekten kendimi alakoyamıyorum.
            Öğlen yemeğimizde bir Rus, bir Türk bir Amerikalı olarak bütün dünyanın meselelerini konuşup çözdükten sonra, neşeyle turism görevimize döndük. İlk durak Dostoyevsky’nin evinin hemen yakınında olan Kuznechny Hali (farmers market) oldu. Adımımı atar atmaz bana çocukluğumun Ankara Halini anımsatan bir yer. Hemen heryerden gelmiş üreticilerin bir birinden güzel ürünleriyle, sebzeden, meyveden bala reçele, etden balığa tavuğa,  biberden çukulataya, baharattan ota kadar her şeyin satıldığı, canlı, ferah ve çekici bir pazar yeri. St.Petersburg’da yaşıyor olsaydım, Kuznechny pazarından başka yerde alış veriş yapmazdım sanırım.
            Günün geri kalanı zaten fazla değildi, o kısa zamanın çoğunu da  ‘Church of Savior on Blood’ veya halk arasında yaygın ismi ile Spilled Blood Cathedral’i, Saray Meydanı, bir iki kanal gezisi ile tükettik. 
            St.Petersburg hem büyülü, hem de çok büyük bir şehir. İki güncük bir gezi ile ancak kuşbakışı bir yazı oldu... Aslında burada en az bir ay kalabilmeli insan, yöre ve insanı ile kaynaşabilmek için.  St.Petersburg bence insanı ile kaynaşarak anlaşılabilecek bir şehir. Elimizde kameralarla, bir müzeden ötekine koşturarak ne şehir ne kültür ne de halkı tam öğrenilebilinir. Ancak böyle bir derdiniz yoksa, St. Petersburg’da görsel ve değişik mutfağı ile  bir turist için çok değişik ve keyifli bir yer. Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir şehir diyerek noktalıyorum..
Fotoğraflarda sırasıyla (pictures are in order)
1st group- Dostoyevsky’s Neighborhood, Authors’ Monument, Dostoyevsky’s Apartment, Art Gallery
2nd group- Kuznechny Farmer’s Market, Lunch at Pelmenya, Our First Day Lunch at a Local Place (I don’t remember the name)-Russian Pies
3rd group- Naval Cathedral of St. Nicholas
4th group- Church of Savior on Blood
5th group-Palace Square and some mixed







































 2nd Group-Kuznechny Farmer's Market, Lunch at Pelmenya and 1st day lunch














 3rd Group-Naval Cathedral of St. Nicholas









4th Group- Church of Savior on Blood






5th Group- Palace Square and some mixed