Clarksdale,
Mississippi’nin Delta bölgesinde yer alan tarımla uğraşan bir şehir olarak
tanımlanabilir. Ancak bu alçak gönüllü ve hayli sade tanımın ötesinde,
Claksdale için Delta Mississippi’de
blues müziğin doğduğu yerdir demeliyiz.
Amerika’ya
beyaz adamlar gelmeden önce Clarksdale Choctaw ve Chickasaw adlı iki önemli kızılderili toplumuna yurt olmuştur. Beyaz adamların bu verimli topraklarda,
bembeyaz pamuklarını yetiştirmeleri amacıyla 1830 larda imzalanan
antlaşmalarla, kızılderililer Mississippi’den Oklahoma’ya, onlara yeni verilen
topraklara göç ettirildiler. Choctaw
kızılderilileri 11 milyon dönümlük Mississippi topraklarına karşılık
Oklahoma’da 15 milyon dönümlük toprakla “Indian Removal Act” ile takas
edilerek, Mississippi kızılderililerden temizlendi. Bu temizlikten sonra yüzlerce, binlerce köleleri, şahane
evleri, plantation’ları ile beyazlar kendi kültürlerini oluşturmaya başladılar.
Misissippi
Nehri kenarında verimli Delta topraklarında, zenginliklerine zenginlik katan
pamuğun altın olduğu dönemlerde, pek çok plantation’ın (pamuk üreten büyük
çiftliklere verilen ad) kurulmasından sonra Clarksdale’ın lakabı “The Golden
Buckle on the Cotton Belt” olmuştu , yani
Türkçe anlamı ile “Pamuk kemer üzerinde altın toka” Bu lakap beyazlar
için gurur, onlara bu refahı,
karın tokluğuna çalışarak,
dövülmek, hırpalanmak, horlanmak, satılmak, sövülmek, tecavüz edilmek
hatta öldürülmek pahasına sağlayan siyah köleler için ise, yaşadıkları sürece
belleklerinde, generasyonlar boyunca
bilinçaltlarında
taşıyacakları acılar demekti.
Köleler
için, güneş doğmadan başlayan, karanlıklara dek süren uzun, aşırı sıcak ve
nemli yaz günlerinde, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında ezik nağmeler eşliğinde
toplanan pamuklara karışan ter ve kanın, Mississippi blues müziğini yaratması
kaçınılmaz elbette. Siyahların yaşamlarındaki acılarından doğan melodi ve
sözler, beyaz adamın müzik aletleri ve zengin folklorik kültürü ile
beslenerek Amerikan ve dünya
müziğini derin biçimde etkileyen, zenginleştiren “Delta Blues Müziği” denen türü yaratmıştı. Rolling Stones,
Bob Dylan, Beatles, Willie Nelson, Eric Clapton gibi pek çok ünlü müzik gurubunu ve şarkıcıyı etkileyen Delta Blues müziğinin önde
gelen yaratıcı isimleri arasında
B.B. Kıng, Muddy Waters, Charlie Patton, James Cotton’ı sayabiliriz (Bessie Smith, Mamie Smith, Janıs Joplin, Mose
Allison, John Lee Hooker ve daha
nice ünlü isimlerin hakkını da saklı tutarak).
Bu
yoksul kenti ziyaret ettiğimde bu bilgiler ezberimde idi ama Faulkner’in
zarif, zengin, sosyetik şehri Oxford’dan ayrılıp, 90 dakikalık bir araba
yolculuğundan sonra şehre vardığımız zaman sabırsızlığıma dayanan bir hayal kırıklığı yaşadım. Geceyi
beklemeden önyargıya kulak veren bir hayal kirikligi. Şehirde gördüğüm tek şey
yoksul yıkık, dökük evler, upuzun bomboş sokaklar, cumartesi günü olmasına
rağmen pek çoğu kapalı olan, dükkanlar, restaurantlar, bir kaç ulusal bankanın
düzgün binalarıyla sırıtan, şehrin yoksulluğuna yakışmayan şubeleri oldu.
Açtık, susuzduk, birilerine sorarak, dökük binaların arkasında saklanan tam
doksan yıllık küçük ve sade “Abe’s Barbeque’yi” bulduğumuzda ilk şaşkınlığımı
yaşadım. Elvis Presley’in de vaktiyle gelip yemek yemiş olduğu restaurant
(10-12 masalık küçük ve oldukça sade bir yer) hem ortamı hem lezzetli yemekleri
ile bizi anında Clarksdale’e ısındırdı. Mississipi’de tek bir hispanik
(Meksika’li, güney Amerikalı etnik gurup) görmedik, ama her restaurantın
menüsünde mutlaka “tameles” adı verilen, meksika mutfağının en önemli yemeği
olan mısır kocanının yapraklarına sarılarak pişirilen et veya sebze yemeği var.
Tüm Mississippi bölgesinin en lüks restaurantından, ne basitine kadar değişmez
bir menü çeşiti 'tamales'. Abe’s de
yediklerimiz ise özellikle parmak yedirecek kadar lezzetliydi.
Açlığımızı,
susuzluğumuzu keyifle dindirdikten sonra, Clarksdale’ın boş sokaklarında
turaladık. Tek bir beyaz adam görmeden, zaten ortalarda olanların sayısı da çok
azdı ve hemen hepsi de siyahtı. Birden karşımıza Delta Blues Museum binası çıktı. İddiasız ve belki de bu
nedenle dikkat çekmek için morumsu kırmızıya boyalı bir bina. Şehrin kavurucu
sıcağından sonra serin bir vadi gibi gelen müzeyi gezmek çok güzeldi. Bu küçük
yoksul şehrin böyle güzel bir müzik müzesi olsun inanılmaz bir şey gerçekten.
“Delta Blues” tarihini, müzik alatlerini, müziği yaratan, uygulayan tüm
müzisyenleri, gurupları tarihsel bir sıra
içinde olabildiğince malzeme, fotoğraf ve öykülerle sergileyen bir müze.
Ne yazık ki fotoğraf çekmek yasak olduğundan müzenin güzelliğini yansıtacak
fotoğraflar çekemedim. Yaramazlık duyguma yenilip, kaçak olarak Muddy Waters
ile onun müzeye yerleştirilmiş,
uzun yıllar yaşamış olduğu Stovoli Plantation’ındaki kulübesinde çektirdiğim
gizli saklı bir pozdan başka hiç
bir şey yok elimde. Müzenin bir köşesinde banttan yayında olan TV de
dinlediğimiz Delta Blues örneklerinden sonra gece için tamamen ısınmıştık.
Akşam
yemeği için şöhretini ve ismini internet'den öğrendiğimiz Oxbow isimli
restauranta gittik. Meğersem tüm beyazlar orada saklanıyormuş. Yine hayli
iddiasız dekorasyonu ama lezzetli yemekleriyle çok başarılı bir restaurant. Beş
yıldızlık bir restaurant seviyesinde servis ve yemek kalitesine rağmen, fiyatlar iki yıldızlık seviyede
(Clarksdale gerçekten ucuz bir şehir).
Otuzbir yaşında çok güzel ve zarif sahibe Erica’nın (Mississippi
kadınları inanilmaz güzel ve incecik) yemek boyunca bizimle ve oradaki hemen
her müşteri ile sürdürdüğü sıcak, samimi ilgisinin keyfi, menü deki “Boudin
Balls’ların” (boudin balls domuz eti ve domuz ciğeri ile hazırlanan, New
Orleans yöresine ait bir Cajun yemek) lezzeti ile yemeği bitiriyoruz. Gelecek
durağımız Morgan Freeman’ın sahibi olduğu “Ground Zero Blues Club”.
Oxbow’dan
çıkıp sokakların karanlık kimliğine karışıyoruz. Gökyüzünde kırmızımsı-sarı bir
dolunay vakurla ışıldıyor. Dolunay, Clarksdale’ın yoksul binalarını, eciş bücüş
çirkin kaldırımlarını, çukurlarla dolu asfalt sokakları altın ışıklarıyla öyle
bir sarıp sarmalamışki, sayıları inanılmaz çok olan blues barlardan sokaklara
taşan müzik tınıları ile
bambaşka bir şehirdeyiz sanki. Büyülü içine çeken inanılmaz ilginç bir sehir ve olağan üstü güzel bir gece! Gündüzün yakan sıcağında, gözüme takılan hüzünlü
yalnizlik, yoksulluk ve çirkinlikler bir bir yok olmuş. Ground Zero Blues
Club’a vardığımızda, müzik henüz başlamamış olduğundan sağı solu inceliyorum.
Herşeyden önce çok büyük bir yer. Duvarlar ilginç posterler, sözler, resimler,
dekoratif eşyalarla yüklenmiş, müşterilerin hemen hepsi beyaz ve gurup müziğe
başlayınca görüyoruz müzik de berbat. Blues müzik sunuyorlar, ama gurup
elemanları şarkıcı da dahil beyaz. "There is NO blues spirit in Ground Zero!" Yürekden kopup gelen, şarkı sözlerinin
anlamını hissettiren bir tarzı bulamayacağımızı anlayınca, Ground Zero’yu
terkedip, restaurant sahibesi Erica’nın önerdiği Red’s Lounge’a gidiyoruz.
Red
Lounge, küçük ve doğal bir “Juke Joint” aslında. Kapıdan girince yaklaşık 40 metrekarelik kare bir
salona adım atıyoruz. Salonun bir köşesi sahne ama yükseltilmiş bir seviyede
değil. Sahnenin etrafına dizi dizi
sıralanmış sandalyeler tıklım tıkış dolu. Çok ilkel bir bar var ve barın
yanında arka taraftaki tuvaletlere doğru yine 30 metrekarelik uzunca bir dikdortgen alana masalar
yerleştirilmiş ve hepsi dolu. Müzisyenlerin tümü siyah, izleyicilerin yüzde 75
i beyaz. Bateristimiz ise 14 yasında! Müzik
dersen tam bir harika. Blues’un
hakkını veren bir müzik şölenine denk geliyoruz. İzleyicilerle aralarda sohbet
ediyorum. Yanımdaki öğretmen çift Kanada’dan. Tam oniki yıl boyunca her yaz Clarksdale’e
gele gide, sonunda minik bir ev almışlar. Yazları Clarksdale mekanları olmuş.
Okullar kapanınca gelip, açılana dek kalıyorlar. Genç ve cıvıltılı kadın
Avustralya’lı bir film yönetmeni. Başka bir genç çift Londra’dan. Bolivya’dan, İskoçya’dan,
Kaliforniya’dan, New York’dan, Chicago’dan gelen izleyiciler. Kozmopolit ve
müzik hayranı bir izleyici profilini bu yoksul şehirde bulmuş olmaktan dolayı şaşırmadığımı farkediyorum. Çünkü blues müzik tutkusu
bambaşka bir şey ve Clarksdale bir blues şehri.
Red
Lounge‘da müzisyenler ve izleyiciler, herkes birbiri ile gece boyunca kaynaşıyor.
Sanki evimizde verilen bir partinin insanlarıyız. Gecenin ilerleyen
saatlerinde, müzik coştukça, izleyicilerin birbirlerini ellerinden çeke çeke
minik piste dansa davet etmesi, benim Türkiye’den tanıdık olduğum, ama bu minik
juke joint’de bulunca çok mutlu olduğum
sıcacık bir paylaşım oluyor.
Clarksdale’e
özel bir yer. Müzik seven bir kişinin onun sade ve gizli büyüsüne kapılmaması
imkansız. Şehir ve insanları yavaş ama kesinlikle güçlü bir aidiyet duygusu ile
sizi kendine bağlıyor, hatta kendine aşık ediyor. Yirmi yıldır güneyde yaşamama
rağmen, bu mücevheri atladığım için biraz utanıp, üzülüyorum, ama hiç bir şey
için geç değil. Bundan böyle
Clarksdale listemde kalacak. Her yıl bir kaç kez blues festivale yuva
olan Clarksdale’e başka ziyaretler
daha yapacağımdan eminim.
Amerika’ya
yolunuz düşerse, Mississipi Delta’ya uğramadan evinize dönmeyin derim. Ozellikle
bir blues hayrani iseniz hayatınızın en etkili deneyimlerinizden biri olacağına
dair garanti veririm. Eger Blues muzigi tanimiyorsaniz, daha da israrla gelin
derim, insane blues melodilerini ruhuna soluklamadan bu dunyadan gocmemeli,
bunun icin de en dogru yer Clarksdale, Missisippi.
Bu
yazidan sonra keyifle dinleyeceginizi umdugum (youtube’dan) iki sarkiyi
belirtmeden gecemeyecegim.
(1)
Muddy Waters
“Champagne
& Reefer”
(2)
Muddy Waters & The Rolling
Stones’dan
“Baby
Please Don’t Go”
©Merih
Sunay
July
15, 2014-Chelsea, Alabama
Minik
Sozluk (in English)
JUKE JOINT:
a small inexpensive establishment for eating,
drinking, or dancing to the music of a jukebox or a live band
CAJUN: a
member of a group of people with an enduring cultural tradition whose French
Catholic ancestors established permanent communities in Louisiana and Maine
after being expelled from Acadia in the late 18th century.