“The
real voyage of discovery consists not in seeking new landscapes, but in having
new eyes.” demiş Marcel Proust. St.Petersburg’un ikinci günü pek çok
müzeyi Hermitage da dahil atlamaya karar verdiğimizde, bu sözden habersiz doğal
bir dürtü ile yeni gözler kazanmak
için yaşadık ikinci günümüzü. Tarih ciltlerine sığmayacak denli koklü
bir kültürün, tek bir şehrinde kazanılacak yeni gözler ne kadar objektif ve gözlemci olabilir
bilemeyeceğim, ama yine de yeni gözlerimi sizlerle paylaşayım istedim..
Bir
gün önce Evegenya Hermitage Müzesini atlamak istediğimizi öğrendiğinde pek
üzüldü. ‘Dünyanın en güzel müzelerinden
birisi olan müzeyi gezmek için bir günün bile yetmeyeceğini, bizim amacımızın
ise mümkün olduğunca şehrin günlük havasını, insanını öğremek.’ deyince de
hoşuna gitti. İkinci gün ilk durağımız
St. Nicholas Kilisesi (Naval Cathedral of St. Nicholas). Dışarıdan bakınca altın kubbeleriyle
muhteşem bir barok mimari örneği. Aslında ülkenin en gözde ve en son barok mimari örneği. Şehrin az bulunur
güneşli günlerinin (yılda sadece 60 günü güneşli yaşanan bir şehirdeyiz)
birinde gözlerimizi kamaştırıyor kubbeler. Halk arasında denizcilerin kilisesi olarak
bilinen bir yer St. Nicholas Katedrali. Bunun sebebi ise 1743 yılında, Moika ve Fontanka nehirlerine bağlantı
olan Kryukov Kanalının hemen eteğinde kurulmuş olması. Bölgede o zamanlar
yaşayan ahalinin ezici çoğunluğu ise gemiciler imiş. Sabahın erken saatlerine
rağmen kilisenin içi tarif edilmez
bir kalabalıkla yüklü. İnsanlarla omuz omuza 18. Yüzyıl ikonlarını izlemek,
katedralin içini tepeden tırnağa sarıp sarmalayan altın varaklı tahta
oymalara hayran olmamak ne
mümkün! Zor olan ise kalabalık
benim için. Dev gibi kilisenin içinde küçük bir odaya tıkılıp kalmışım gibi bunalıp
dışarı çıktım. Eşim ise Japon turistlere taş çıkartan bir hızla içeride
fotoğraf çekmeye devam.. Ardımdan rehberimiz Evgenya geldi. Dünden beri çabucak
gelişen bir dostluk oluştu aramızda. Bana
‘Sen benim Türk annemsin artık’
diyen bir kızım var! Bunun lafta kalan bir şey olmadığını, henüz dün öğrendiği
ve eşinden başka kimse ile paylaşmadığı ‘hamile olduğu’ müjdesini benimle
paylaşınca anladım.
St. Petersburg’un güneşli serin sabahı içinde, altın kubbelerin gölgesinde
birbirimize sarılıp, neşeyle dans ediyoruz. ‘Kutlamalıyız!’ diyorum.. ‘Şöyle
çeşit çeşit votkaları tadarak kutlamalıyız..’ Genç neslin çoğunluğunda olmayan ve işini oldukça önemseyen
bir profesyonelliği var. ‘Sırada önce Dostoyevsky Müzesi var.’ diyor.
Fyodor
Dostoyevsky’nin son 3 yılını geçirdiği, ikinci eşi ve iki çocuğu ile birlikte
yaşadığı bina, Kuznechnyy Pereulok
ile Dostoyevsky Caddesinin birleştiği köşede üçgen görünümlü 4 katlı
sarı görkemli bir bina. Görkemli
derken, şehrin diğer görkemlerinin yanında sadece Dostoyevsky sevenleri için
duyumsanacak bir görkem.. Ya da sadece benim gözlerime düşen bir görkem.. İçim
kıpır kıpır.. Yazıların ustası,
kısacık ömrüne Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Yer Altından
Notlar, Öteki Ben gibi dev eserleri sığdırmış bir yazarın bir zamanlar soluduğu
yere adım atmak az şey mi? Benim
için St. Petersburg gezimizin en önemli durağı!
Ustamızın
doğduğu yer Moskova. Fakir fukaranın doktoru olan babasının zoruyla üçretsiz
olan Nikolay Askeri Mühendislik Enistitüsüne gönderilmesiyle birlikte 1837 den
ölüm yılı 1881 e dek hayatı St.
Petersburg da geçti (sürgün yılları hariç). Şehirde en az 20 değişik adresde yaşamış ve yaşadığı hiç bir
adres de elit ve aristokratların yaşadığı mahelleler olmamış, aksine yoksul
katiplerin, evsiz barksız insanların adımladığı mekanlarda var olmuş bir yazar.
Son adresi ise bugünün Dostoyevsky müzesi haline getirilmiş. Önceden notları
adığı Karamazof Kardeşler’i de bu evde yazmış. Daireye dik bir merdivenle
ulaşıyoruz. Abartısız ama zarif döşenmiş bir ev. 19. Yüzyılın klasik ceviz ve ‘cherry wood’ mobilyaları ve desenli ağır goblen perdelerin
hakim olduğu bir ortam. Yemek odası, çalışma odası, oturma odası, çocukların oyun
odası, odalara açılan koridor kalabalık bir Fransız turist gurubu ile yüklü.
Yatak odası ve banyo kısımları ise gösterime kapalı.
Salon
ve yemek odasının pencerelerinden sokağa bakıyorum. Parke taşlı kaldırımlarda
yürüyen insanları o da benim gibi seyreder miydi? Nasıldı o vakitler bu sokak
ve günlük hayat? Aynı pencerelerden kimbilir kaç kez izlemişti karısının ve
çocuklarının kaldırımda yürüyen silüetlerini, gözlerinde şefkat, yüzünde
serbest bıraktığı kocaman bir gülümseme ile.. Yazmak için zorlandığında veya
yazdığı cümle veya paragraf istediği gibi olmadığında ofis odasının baş köşesinde yer alan İncilini mi okurdu,
yoksa kalın ve renkli camdan
yapılmış sehpanın üzerinde duran sigara kutusundan bir sigara alıp
yutarcasına içine çekerek odanın içinde dolanıp durur muydu? Belkide sabahın ilk ışıkları kalın
perdelerden içeri sızmaya başlarken, oyun odasında geceden çocukların ona
bırakmış olabileceği notları okuyarak, gönlünü kendi gerçek dünyasının son
senelerine rastgelen huzuruna mı teslim ederdi? Ne zaman sevdiğim bir yazarın
evinde gezinsem, hayalimin gücüyle yarattığım hayaletini takip ederim
odalarında. Oralarda dolanırken, otururken, çocuklarıyla oynarken,
sevdikleriyle kadeh kaldırırken ve en önemlisi yazarken hissettiklerine ulaşmak
çabası keyifli benim için. Dünyaya kazandırdıkları hayal dünyalarının ötesinde
onların gerçek dünyasının izdüşümlerini bir tutamcık yakalamak arzusu ile
dolanırım ben yazar evlerini.
Dostoyevsky’nin
çocuklarına düşkünlüğü belirgin
evinde. İki çalışma masası var, biri ofis odasında, diğeri çocukların oyun
odasında. Çocukları kendi etrafında oynarken yazan bir baba düşünüyorum, içimi
bir gülücük kaplıyor. Rehber yazarın ve çocuklarının birbirine geceden notlar
yazıp bıraktığını söylemişti, notların neler olduğunu sessiz bir ısrarla merak
ediyorum..
Evi
turlamayı bitirince, dairenin hemen altında müzenin fotoğraflar bölümüne
iniyoruz. Bu katta özenle ve tarihi bir sıra ile Dostoyevsky’nin fotoğrafları
sergilenmekte. Ailesi, St. Petersburg’da gittiği askeri mühendislik okulu,
arkadaşları, eserlerinin ilk baskıları, roman karekterlerinin resimleri, çizimleri
hepsi bir arada fotoğrafsal bir biyografi oluşturuyor.
En
alt katta ise karşımıza sürpriz bir resim sergisi çıkıyor. Andrey Pashkevich
(1945-2011) pek çok eserinin yer aldığı sergi gerçekten görmeye değer. Rusların
resim sanatı ile toplumsal çelişkilerini, değerlerini ve özlemlerini ifade
etmek tutkusu ve alışkanlığını ispatlayan güzel bir örnek Pashkevic’in
resimleri (www.politecology.ru).
TANIDIK BİR LEZZET İLE
HARİKA BİR ÖĞLEN YEMEĞİ
Rus Mutfağı deyince ünü kıtaları aşmış pek çok lezzet var pek tabi.
Birbirinden lezzetli ve farklı çorbalar, kırmızı et, domuz eti, balık ve tavuk
ağırlıklı yemek çeşitlerini saymakla bitmez. Aslında Rus mutfağı
ile tanışıklığım St. Petersburg gezisinin 30 yıl öncelerine uzanan ve
alışkanlık yaratmış bir tanışıklık. Taksim Gümüşsuyu Caddesindeki ofisimizin
hemen aynı sırasında bulunan Madam Judith’in Rus Lokantası, şirketimizin
verdiği öğle yemeği kuponlarımızın en sık kullanıldığı yerdi. Yarı zeminde olan
loşca minik bir restoran beyaz kolalı masa örtüleri, Madamın güler yüzü ile
aydınlanmış bizi beklerdi. Kievsky, borç çorbası, beef stroganov, tavuk
schnitzel, elmalı sutrudeli sadece
orada tatmakla kalmamış, hemen her tarifi evde dostlarımızla paylaştığımız
sofralar için de denemiştim. Ruslar sebze bakımından çeşitten yana pek şanslı
sayılmazlar, ancak ellerinde olanlarla harikalar yaratan bir millet. Pancar,
lahana, patates, mantar, kabak, çeşitli yeşillikler, kremalar, otlar ve
baharatlarla ve pek tabi bunlara katılan et ve balıklarla ortaya çıkan lezzetli
bir yemek kültürü. Bunların en başında soğuk ve sıcak çorbalar geliyor. Schhi,
borsch, okrosko, rassolnik, ucha, lapsha (Tatar çorbası) gibi belli başlı
meşhur çorbalar. Ekşi krema, draniki (patates pancake), havyar, şaşlık (şiş
kebap), bliny, tütsü etler, deniz ürünleri (en çok kullanılanlar karagöz, çığa,
marina, mersin balıkları) Rus sofralarının vazgeçilmez müdavimleri.
Rus
mutfağını bildiğimi sanırdım, taki St.Petersburg’daki 2. Öğlen yemeğimize
kadar. Ne yesek nerede yesek diye
düşünmeyi Evgenya’ya bıraktık, o da bizi
Pelmenya’ ya götürdü. Tanıdık
ve özlediğim tatlari değişik biçimlerde buluşmuş oldum böylece. Pelmeniya
Rus’ların yemek kültürlerinde yeri büyük olan pelmeni diyarı. Gürcistan, Fin ve Tatar mutfaklarından çıkıp gelmiş
pelmeniler. Bir çeşit mantı aslında, şekilleri ve sunumlar farklı. Örneğin
yoğurt kesinlikle kullanılmıyor pelmenilerde. Mantıya göre daha büyük ve
değişik şekillerde geliyor önünüze. İçindeki mıncıklanmış et ise belli
oranlarda karıştırılmış, dana, koyun, domuz kıyması. Hemen her çeşitten birer
parça istiyoruz ve tabi khinkali de
çeşitler arasında. İngilizce bilmeyen garson kız telaşla Evgenya’ya bir şeyler
söylüyor.. Khinkali’yi yemeyi bilip bilmediğimizi sormuş! Khinkali konik
biçimde kocaman bir mantı.. Tabanını üste getirerek, sivri tepesinden tutup,
tabanı ısıra ısıra yemek gerekiyor. Böylece içindeki et suyu üstünüze başınıza
akmıyor. Anlaşılan restauranta gelen misafirleri zorluklar yaşamış olmalıki, restaurant’ın web sitesinde
khankali yemeyi gösteren bir video bile var. Websitesi Rusça ama, videoyu
izlemek için www.pelmenya.com a göz atmak
keyifli olabilir.
Öğlen
yemeğimizi çeşit çeşit votkaları shot-shot deneyerek tam Türk usulu uzun süreli
bir yemek molası yapmak en keyifli şeydi sanırım. Hermitage müzesini görmek
fırsatını kaçırdığımıza değecek kadar harika bir zaman geçirdik. Evgenya’yı
tanımak benim için dev asa bir müzede sadece görmüş olduğumu sonradan belki
hatırlayacağım ve detaylarını asla anımsamayacağım yüzlerce sanat eserini
görmekten çok çoook daha
önemliydi. Üstelik London National Gallery, NY Metropolitan Museum, Amsterdam Van Gogh Museum ve Hermitage gibi benzerlerini gezip görmüşken St.Petersburg'un ünlü Hermitage'ini atlamak canımızı sıkmadı.
Evgenya
29 yaşında, kumral, incecik ve hep güler yüzlü. Opera sanatçısı bir baba ile
balerin annenin iki kızının büyük olanı. St.Petersburg da doğmuş, büyümüş,
sanat, tarih ve politika üzerine öğrenim görmüş, 4 dili ana dili Rusca dan
eksiksiz konuşan, genç yaşına karşın Peru’dan, Afrika’ya, Hindistan’a,
Avrupa’dan Akdenize varıncaya kadar gezip görmüş, ama henüz İstanbul’a adım
atmamış (!) bir genç kadın. Bebeğin müjdesini ardarda votkalarla kutlarken (içen
biz, o deği, pat diye bir günde bıraktı içkiyi bebiş için), Rus kültürünü, aile ilişkilerini, dünya
politikalarını ve pek tabi Putin’i bile konuşuyoruz. Ata erkil bir toplum
Rusya. Erkek çocuk eksikliğini kızlarına hala hissettiren babasına bir erkek
torun vermeyi umuyor Evgenya.
Kendi evi, evliliği, işi olan bağımsız bir genç kadın olarak, evine canları her
istediği zaman ve habersizce gelen anne, baba, kayınvalide ziyaretlerinden hiç
hoşlanmasa bile bunu belirtmenin saygısızlık olacağı bilincini benimsemiş bir 'kelaynak' kuşu. Sadece o değil bu bilince sahip olan, Rus gençliği hala bu
geleneksel rollerin içinde kendi
varlıklarını gerçekleştirmek çabasında. St. Petersburg halkı gülümseyen bir
halk değil. Evgenya’yı
Amerikalı’lara benzettiğimde ‘Gülümseyen
bir Rus olduğum için, her Amerika’lıdan aynı şeyi duydum..’ demişti.
Doğruymuş! Sırada beklemek, arkasındaki için kapı açmak, göz göze gelince
gülümsemek gibi minik hoşluklar Ruslar için değil. Ancak onların dilinde
teşekkür, hoşçakal, günaydın, iyi geceler falan gibi laflar etmek hemen kocaman
bir tebessümü saklandığı yerden çıkartıp getiriyor. Tanıdıkça dost olan ve dost
olduklarında da gerçekten dost gibi davranan bir millet.
Evgenya’ya
Rusya’da en gözde meslekler ne diye soruyorum. Doktor, avukat, mimar, mühendis, sanatçı, balerin falan gibi yanıtlar beklerken, serbest iş sahibi, tüccar falan olmak diyor.
Sanatın, kültürün, müziğin sokaklara taştığı, her köşede başka zarif bir
biçimde karşınıza çıktığı bir şehirde, tarih ve kültürün kanıksanmış bir gurur,
ama paranın, zengin olmanın, markalarla dolu bir dünyanın hemen her kesimce
birincil amaç olduğunu anlatıyor üzülerek. Starbucks, Pandera Bread (Amerika’nın sandeviçleriyle ünlü
zinciri) tıpa tıp takliti yerler sadece Singer binasının da yer aldığı meşhur
Nesky Prospect Caddesinde değil ara sokaklarda bile karşınıza çıkıyor. Fendi,
Armani, Givenchy, Micheal Kors, Ermenegildo Zegna gibi sayısız markalar giyimde öne çıkanlar.
Çok
iyi tanıdığım bir başka ülkedeki kadar olmasa bile bir Amerikan özentiliği
gençler arasında sessiz sedasız bir fonda yer almakta. Yine de aşırı değil.
Batı (ve Amerika) özentisinin şimdilik çok bariz olmaması Rusya’da hala
baskın olan ulusalcılık sanırım. O topraklarda henüz ‘baby shower, after party,
wedding shower’ gibi salgınlar, Amerikan usulu düğün özentileri gibi
takıntıları yok. Uyuşturucu bağımlılığı ise milleniyumlar arasında hızla yükselen bir sorun. 140 milyonluk
Rusya’nın yarım milyonluk nüfusu devletin kayıtlarında uyuşturucu bağımlısı
olarak görünmekte. Bu sadece kayıtlılar ve bir kaç katı kadar olan kayıtsızları
da hesaba katacak olursak, global bir sorun burada da ön sıralarda yer almaya
başlamış diyebiliriz. Tüm bu
saptamaları düşününce ‘medya medya sen nelere kadirsin, sessiz sedasız ne büyük
devrimleri yapıyorsun’ demekten kendimi alakoyamıyorum.
Öğlen
yemeğimizde bir Rus, bir Türk bir Amerikalı olarak bütün dünyanın meselelerini
konuşup çözdükten sonra, neşeyle turism görevimize döndük. İlk durak
Dostoyevsky’nin evinin hemen yakınında olan Kuznechny Hali (farmers market) oldu.
Adımımı atar atmaz bana çocukluğumun Ankara Halini anımsatan bir yer. Hemen
heryerden gelmiş üreticilerin bir birinden güzel ürünleriyle, sebzeden,
meyveden bala reçele, etden balığa tavuğa, biberden çukulataya, baharattan ota kadar her şeyin satıldığı,
canlı, ferah ve çekici bir pazar yeri. St.Petersburg’da yaşıyor olsaydım,
Kuznechny pazarından başka yerde alış veriş yapmazdım sanırım.
Günün
geri kalanı zaten fazla değildi, o kısa zamanın çoğunu da ‘Church of Savior on Blood’ veya halk
arasında yaygın ismi ile Spilled Blood Cathedral’i, Saray Meydanı, bir iki
kanal gezisi ile tükettik.
St.Petersburg
hem büyülü, hem de çok büyük bir şehir. İki güncük bir gezi ile ancak kuşbakışı
bir yazı oldu... Aslında burada en az bir ay kalabilmeli insan, yöre ve insanı
ile kaynaşabilmek için.
St.Petersburg bence insanı ile kaynaşarak anlaşılabilecek bir şehir.
Elimizde kameralarla, bir müzeden ötekine koşturarak ne şehir ne kültür ne de
halkı tam öğrenilebilinir. Ancak böyle bir derdiniz yoksa, St. Petersburg’da
görsel ve değişik mutfağı ile bir
turist için çok değişik ve keyifli bir yer. Mutlaka ama mutlaka görülmesi
gereken bir şehir diyerek noktalıyorum..
Fotoğraflarda sırasıyla (pictures
are in order)
1st group- Dostoyevsky’s
Neighborhood, Authors’ Monument, Dostoyevsky’s Apartment, Art Gallery
2nd group- Kuznechny
Farmer’s Market, Lunch at Pelmenya, Our First Day Lunch at a Local Place (I
don’t remember the name)-Russian Pies
3rd group- Naval
Cathedral of St. Nicholas
4th group- Church of
Savior on Blood